Bizans - Konstantinopolis Ve Araplar; 7.-9. Yüzyıllar

Resim 1. 8. yüzyılda İslam Dünyası

Image 100000000000056F00000423CBAA2835.png

1Bizans başkenti Konstantinopolis’in Araplarla ilişkisi, efsaneye göre Muhammed zamanına kadar giden uzun bir hikâyedir. Bu arada Muhammed’in sahabesi, 668 yılında Arapların şehre ilk saldırısı sırasında ölen ve surların önüne gömülen ve yüzyıllar boyu mezarının şöhreti bulunduğu mahalleye Türkleştirilmiş Eyüp adının konmasına sebeb olan Ebu Eyyüb’ten hiç bahsetmiyorum.

2Esasen bugün Orta Doğu dediğimiz bölgede ortaya çıkan İslam’ın ve İslamlaşmış Arap kabilelerince yapılan fetihlerin (Resim 1) yarattığı kargaşayı anlamak için 7. yüzyıla gitmek gerekir. 632’den Peygamber’in ölümüne kadar Bizans İmparatorluğu bugünkü Tunus’tan Libya, Mısır, Filistin, Suriye, Küçük Asya, Balkanlar ve Yunanistan’ı da içine alarak İtalya’nın güney doğusuna kadar Doğu Akdeniz’i elinde tutuyordu. Bu büyük güç esasen batıkısmı istilacıların kurduğu krallıklarla bölünerek kaybolmuş ancak doğu kısmı akınlara direnmiş Roma İmparatorluğu’nun doğu kısmıydı. Bizim Bizanslı olarak adlandırdırdığımız kişiler bu yüzden kendilerini Romalı olarak addediyorlar ve Araplar da onları Rum olarak adlandırıyorlardı. Roma İmparatorluğu’nun en büyük rakibi 632 yılında İmparator Herakleios tarafından yenilen ve Filistin ve Suriye’den çıkarılan Sasani imparatorluğu idi.

3Halbuki bundan 10 yıldan az bir süre sonra imparatorluğun en zengin, en şehirleşmiş ve en medeni bölgeleri olan Mısır, Filistin ve Suriye kaybedilmişti. Suriye’de Yermuk ırmağı üzerindeki savaşta Bizans ordusunun yenilgisi vilayetlerin kaybına ve şehirlerin teker teker Müslüman Arap savaşçıların eline geçmesine sebebiyet verdi. Aynı dönemde Bizans’ın eski düşmanı Sasaniler yenilerek ortadan tamamen yok oldular. Yeni fatihlerin atılımları biteceğe benzemiyordu: Küçük Asya’ya saldırıyorlar ve hatta ufak bir donanma yapımına girişiyorlardı, zira 645-646’da kısa süreliğine Bizans donanması İskenderiye’yi aldığında. Akdeniz’deki Bizans egemenliğinin temelinin bu olduğunu anladılar. 655’ten sonra Bizans donanması Zatü’s-Savari savaşında Arap donanmasına yenildi ve bundan sonra Bizans İmparatorluğu’nun fethi, kurucusu Muaviye’nin saltanatından itibaren Emevi halifeliğinin programında yer aldı. Herkes imparatorluğun fethinin başkent Konstantinopolis’i almaktan geçtiğini biliyordu ve 668’den sonra ve 674 ile 678 arası her sene Kyzikos/Erdek’te kışlayan Arap donanması şehre karşı denizden seferler düzenledi. Buna paralel olarak her sene Küçük Asya ve büyük şehirler kuşatıldığı esnada bugünkü Tunus ve Arapların yönetiminde İfrikiye adını alacak Afrika’daki vilayetin fethine başlandı. İmparatorluk gerçekten umutsuz durumda ve başkenti tehdit altındaydı.

4Emevilerin fetih arzusu imparatorluklarının idari merkezini Halep olarak seçip Bizans kültürü, mimarisi, para sistemi, kurumları ve idaresi etkisinde bir çevrede yaşamaya başladıklarında tekrar canlandı: İdari dil Yunancaydı, kurumsal daireler değişmedi, paraların üstündeki haç kalksa da paralar Yunanca kaldı ve şehirlere ve kültüre Yunanlı şehirliler tarafından yön verildi. Yüzyılın sonunda Halife Abdülmelik (685-705) bu gidişatı, idareyi Araplaştırarak, yeni bir para yaratarak ve 691 yılında Kudüs’te yerli Yunan zanaatkârlara Peygamber’in geceleyin bir kayanın etrafında yürümesi ve Mirac mucizesi (Kuran, İsra suresi 17, 1) ile ilişkilendirilecek olan martyrium formunda bir bina inşa ettirerek kesmiştir. Kıyamet Kilisesi’nin yanında ve daha önce Tapınağın bulunduğu terasta bulunan Kubbetü’s Sahra (Resim 2) yeni dinin Kudüs’teki üstünlüğünü açığa vuruyordu. Her Bizans yapısında olduğu gibi bunun da alt duvarları mermer levhalarla duvarların üstü ise mozaiklerle süslenmiştir. İçinde ve dışındaki mozaikler Kanuni Sultan Süleyman tarafından sırlı seramikle değiştirilmiştir. İçeride minik bitki desenli altın fonlu mozaikler sekizgen kemerin iç ve dış yüzünde devam eden iki yazıtla birlikte kayayı çevreliyοrdu. Bu yazıtlar ilahi birliği ve Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğunu ilan ediyor ve birkaç yerde İsa’nın ölümlü olduğuna vurgu yapıyordu. Bu çoğunlukla şu örnekteki gibi kesin emir tarzındaydı: “Kitap ehli olanlar, dininizde aşırıya kaçmayın. Allah için Doğru olan dışında kelam etmeyin: Mesih İsa, Meryem’in oğlu, Allah tarafından yollanmıştır. Allah’a ve onun elçilerine inanın, ‘Üç’ demeyin, bunu demeyi bırakın, sizin için daha hayırlı olur. Yalnızca tek bir İlah vardır. Onun üstünlüğünde bir oğlu olması uygun gelmez.” Kubbetü’s Sahra halifelerin bölgeye şekil veren Hıristiyan dini formlarını benimsediklerini ve bunu yeni dinleri İslam’ın üstünlüğünü kanıtlamak için yaptıklarını göstermektedir. Bu Emevi halifeliğine özgü, Abbasiler tarafından Memun’un Abdülmelik’in ismi yerine kendi ismini yazdırdığında tekrarlanacak, üstüste bindirmesi, Bizans imparatorluğunun ve dolayısıyla başkentinin fethinin niçin bu kadar gerekli olduğunu anlatmakta. İslam’ın zaferinin tam olması için fethi Hıristiyanların şefi olan Bizans imparatorunun yerini alarak tamamlamak gerekiyordu.

57. yüzyılın sonu ve 8. yüzyılın başında, Arap donanmasının ve ordusunun saldırılarına maruz kalan imparatorluk ve başkent yok olmak üzereydi. Ancak başkentin kozları ve öncelikle surları vardı (Resim 3). İki sıralı Theodosios surlarının nüfuz edilemez olma şöhreti vardı ve şehir imparatorun yokluğunda Avar Hanı’nın yardım ettiği Sasani imparatorunun 626’daki kuşatmasına muzaffer bir şekilde direnmişti. Ayrıca şehri, 10. yüzyılda derlenen Merasimler Kitabı’nda (De Ceremoniis veya Peri tes Basile ou Takseos) yazılan ve imparatorun şehirden ayrılmadan önce ettiği duadan da anlaşılacağı üzere Tanrı’nın koruduğuna inanılıyordu. Ordu Asya’da Pylae’ye (Yalova) geçtiğinde imparator gemisi (dromon) ile onu izliyor ve yeterince uzaklaştığında “doğruluyor ve doğuya doğru ayakta durarak ellerini gökyüzüne kaldırıyor ve eliyle şehrin üzerine üç kere haç işareti yaptıktan sonra, Tanrı’ya şu sözlerle dua ediyor: “Efendim Tanrı İsa, bu şehri senin ellerine teslim ediyorum. Onu gelecek tüm düşmanlara ve kötülüklere, iç savaşa ve milletlerin (ethne) akınlarına karşı koru. Onu zaptedilemez ve ele geçirelemez kıl zira umutlarımızı sana bağladık, sen merhametli efendimiz, acıyan ve her türlü yalvarışa cevap veren Tanrı...”

6İlahi koruma en karmaşık silahları kullanarak önlem alınmasını engellemiyordu. 670-680 yıllarında Bizanslıların, Fransızlar tarafından feu grégeois, Rum ateşi olarak adlandırılan, gizli silahları ortaya çıktı. Feu grégeois Kallinikos adında Suriyeli bir göçmen tarafından icat edilmişti ve bir donanma silahıydı: Sifonları olan siphonophores isimli gemilere yerleştirilen tüplerden ateş çıkarıyοrdu. Uzun süre Rum ateşinin neft ve barut karışımı olduğu düşünüldü. Neft dünyada bazı yerlerde doğal olarak çıkan ham petroldür. Bizans imparatoru Konstantinos Porfırogennetos’un 10. yüzyıla ait İmparatorluğun Yönetimi (De Administrando Imperio veya Pros ton idion uion Romanon) adlı el kitapçığında neft 7. yüzyılda Hazarların elinde bulunan Donbass, bugünkü Ukrayna, Abhazya ve günümüzde Türkiye’de Erzincan ve Erzurum arasına denk gelen Tercan’da çıkıyor diye listelenmiştir. Kanıtlandığı üzere Rum ateşi için barut gerekli değildir. Neft toplandıktan sonra uçucu bileşimlerinin buharlaşmaması için soğukta korunur ve daha sonra kullanılmak istendiğinde ısıtılır. Nefti saldırıdan önce ısıtılan bronz bidonlarda saklıyorlardı. Bidona bağlı bir pompa veya sifon ısıtılmış nefte basınç yapar ve bidonun diğer tarafındaki bir vanaya bağlı bronz tüp sıcak sıvının çıkmasını sağlar ve basınç altında vana açılınca ateşlenen sıvı tüpten çıkar. Bu sıvı oldukça yapışkandır ve dokunduğu şeye yapışır. Gemiler sıvı değdiğinde gerçekten alev alıyordu (Resim 4).

Resim 2. Kudüs, Kubbetü’s Sahra, sekizgen kemerdeki yazıt, iç yüz

Image 10000000000002D8000001E5C25C957C.png

Resim 3. Konstantinopolis surları, Altın Kapı

Image 10000000000001FD000001F084187029.png

Auzépy

7Emevilerin fetih arzusu son kertesini 8. yüzyılın başında, Halife Süleyman (715-717) zamanında halifenin kardeşi Mesleme’nin imparatorluğu ve başkenti ele geçirmek için düzenlediği bir seferle yaşamıştır. 11. yüzyıla ait bir kaynakta (Kitabü’l-Uyun) belirtildiğine göre halifenin bu kararı okumuş yazarların Konstantinopolis’in Kuran’da adı geçen bir peygamber, yani Süleyman/Salomon tarafından ele geçirileceğine dair bir hadisten bahsettiklerini duyduktan sonra verdiğini bildirmektedir. Kuşatmanın seyrini, Araplara karşı direniş düzenleyip onları yenen III. Leon dönemindeki kuşatmadan bir yüzyıl sonra, daha önceki kaynaklardan yararlanarak yazan Bizanslı vakanüvis Teofanes’i izleyerek takip edeceğim. Mesleme 715 ve 716 yıllarında Küçük Asya’da operasyonlar yapmış ve kışı geçirmiş ordunun başındaydı. 717 yılının ilkbaharında Abydos’tan Çanakkale Boğazı’nı geçti, Trakya’yı talan etti ve yazın kara surlarını kuşattı: “Kara surlarını büyük bir hendek açıp ve üzerine göğüs yüksekliğinde barbata inşa ederek kuşattılar.” (Teofanes) 1 Eylül 717 de savaş gemilerinden (dromones) oluşan Arap donanması geldi ve Teofanes’e göre 1800 kişi taşıyordu ve Hebdomon yani Bakırköy’e demir attılar. İki gün sonra akıntıya karşı çıkabilmek için güney rüzgârından yararlandılar. Gemiler Boğaza girdiler ve ertesi gece şehre saldırmak maksadıyla bazıları Asya kıyısına bazıları ise Avrupa kıyısına yanaştılar. Ancak arkadaki ağır gemiler şehir hizasına geldiklerinde rüzgâr değişti ve gemiler akıntı tarafından sürüklenerek yönlerini değiştirdiler. III. Leon gemileri ateşe veren ve bazılarının alevler içinde Prens adalarına kadar sürüklenmesine sebeb olan siphonophores gemilerini yollamak için bu anı seçti. Bu olay kuşatma altındakilerin moralini düzeltti. Bir gece sonra III. Leon Haliç’i kapayan zinciri çözdü ancak Araplar bir tuzak ihtimalinden korkarak Haliç’e girmeye cesaret edemediler. Zincirden bahsetmişken, Arkeoloji Müzesi’nde bulunan zincir Claudia Barsanti’ye göre Haliç’teki gibi Rodos’tan gelmiştir.

8Rum ateşi göründüğü kadarıyla oldukları yerde kışı geçiren kuşatmacıları durdurdu. Üç ayı karla geçen yoğun soğuk nedeniyle kış çok zor geçti. Hayvanlar ve insanlar açlık çektiler. Biri Mısır, diğeri ise bugünkü Tunus’ta yapılmış iki donanmalık destek 718 yılının ilkbaharında geldi. Rum ateşinden haberdar olan iki donanma şehrin uzağına demir attılar, Mısır donanması Tuzla civarına, Tunus donanması Kartal ile Maltepe arasına yerleşti. Ancak iki donanmanın Mısırlı tayfaları, III. Leon’un demirledikleri yeri öğrenip onları batırmaları için siphonophores gemileri yollaması ile gemilerdeki kayıkları ele geçirip donanmayı terk ettiler. Bu esnada III. Leon tarafından yardıma çağrılan Bulgarlar karadaki orduya saldırıp birçok kayba yol açarak seferi bir felakete dönüştürdüler. Ordu açlıktan o derece kırılıyordu ki insanlar ölüleri ve kendi dışkılarını yemeye başladılar ve tifüs hastalığı etrafı kasıp kavurdu. Artık çekilmek dışında bir seçenek kalmamıştı ve 718 Ağustosunda çekildiler. Bu kadar şanssızlığın üzerine dönüş yolunda çıkan bir fırtınanın kalan donanmayı batırması da işin tuz biberi oldu.

9Kuşatmanın kalkması ve Müslüman Arap birliklerinin yenilgisi büyük yankı uyandırdı. İlk defa yenilmez görünen ve İspanya’dan İran’a orduları yenen fatihler yenilmişti. Fethin bu ilk duraksaması Bizanslılar için olduğu kadar Araplar için de olağandışı bir olaydı. Bizans açısından III. Leon’un zafer haberi Çin’e kadar ulaştı ve bu zafer Ayasofya’nın yortu takviminde 16 Ağustos’ta kutlanmak üzere yerini aldı. Araplar açısından kaynaklar, biri III. Leon’un kurnazlığı diğeri ise Mesleme’nin Konstantinopolis’e tek başına girişi ile ilgili iki hikâyeden bahsetmekte.

10Teofanes’in de bahsettiği Mesleme’ye karşı III. Leon’un kurnazlığı II. yüzyıl kaynağı Kitabü’l-Uyun tarafından uzun uzadıya anlatılmıştır. Teofanes’e göre o dönem Küçük Asya’da Anatolika ordusunun başında olan Leon, Mesleme’ye Amorion kuşatmasını kaldırması ve karada bulunan ordusuna hiçbir zarar vermemesi karşılığında imparator olduğunda Konstantinopolis’in kapıların açacağına söz vermişti. Mesleme kabul etti. Kitabü’l-Uyun aşağı yukarı aynı şeyi söylemekte ancak kurnazlık Mesleme Konstantinopolis’i kuşatmaya başladığında devam ediyor. Kitap III. Leon’un Bizanslıların onu imparator olarak kabul etmesi için Mesleme’yi ordusunun iaşelerini yakmaya ikna ettiğini söylüyor. Mesleme kitapta biraz safdil, tabiri caizse, Bizanslılardan kazık yemiş biri olarak tanıtılmaktadır.

11Buna karşın şehre girme efsanesinde Mesleme’ye iyi adam rolü biçilmiştir. 9. yüzyıla ait bu efsaneden ilk olarak dönemin Süryani kaynağı Tell Mahreli Pseudo-Dionisios’ta bahsedilmiştir: “Mesleme Halife Ömer’den (717-720) geri dönmesini emreden bir mektup aldıktan sonra Leon’dan gezmek için şehre giriş izni istedi. Mesleme yanında 30 adamıyla şehre girerek üç gün dolaştı ve imparatorluk eserlerine hayran kaldı.” Efsane 12. yüzyıl yazarı olan İbnü’l-Arabi’de uzun uzadıya geliştirilerek neredeyse bir roman haline getirilmiş: Savaşmaktan yorgun düşen Leon Mesleme’ye gitmesi için haraç teklif eder ancak Mesleme şehre girmeden ayrılmak istemez. Leon kabul eder, Mesleme şehre at üzerinde girerek Ayasofya’ya kadar gider ve içeri atla girer. İçeride altın tahtın üzerinde duran haçı alır ve şehirden çıkar ve haçı mızrağının ucuna takar. Mesleme’nin şehre giriş efsanesini bir Bizans kaynağında da, yazması 11. yüzyıla ait Konstantinopolis Synaxarion’u denilen Ayasofya’nın dini ayin takviminde de görmekteyiz. Ancak Leon İkonakırıcı bir imparator olduğundan Doğu kilisesince ondan nefret ediliyordu. Bu nedenle takvimde 16 Ağustos’ta kutlanan kuşatmadan kurtuluş hikâyesindeki III. Leon’un rolü sessizce geçilmiş ve Mesleme’nin ziyaretinin efsanesi Süleyman’a atfedilerek olay suretlerin savunulması çerçevesinde anlatılmıştır. Hikâye Meryem’in ikonuna temel bir rol vermiştir:

Ve bundan sonra, Süleyman, komutanları şehre girmek için izin istedikten sonra söz aldı..., ondan öncekiler rahatça kapıdan geçtiler ancak o giremedi zira atı şaha kalktı. Bunun bir mucize sonucu olduğunu düşünen Süleyman bakışlarını kaldırdı ve kapının üzerinde mozaikten yapılmış çok aziz hanımımız Teotokos’u kollarında İsa tahtında otururken gördü. At yere indiğinde ve şehre girdiğinde kendi küfrünün farkına vardı.

Resim 4. Feu grégeois (Rum ateşi) ve siphonophores gemi

Image 1000000000000BC5000006079247A941.jpg

Skilitzes, Vakayiname, Madrid, Milli Kütüphane, Vitr.26-2, f. 34v

12Görülüyor ki bu olay herkesin arzu ve çıkarlarına göre hikâyelendirilmiş ve akıllarda yer etmiştir. Arap kaynaklarına göre Mesleme’nin şehre giriş efsanesi onun şehri ele geçirmesinin ve buraya fatih olarak girmesinin imkânsızlığının gerçekliğini silmeye ve tazmin etmeye yarıyordu. Büyük ihtimalle Ebu Eyyub hikâyesinin yaratılmasında da benzer bir arzu vardı. Yani Konstantinopolis’i yeni dinin amblematik bir fıgürü, Peygamber’in sahabesi ile ilişkilendirmek. Ebu Eyyub’un 668’deki sefere katılması hikâyesi çok net değildir ve gerçekten Konstantinopolis’e varıp varmadığı bile belli değildir. Ancak bu efsane çok erken zamanda 923’te ölen Taberi’nin anlatımı ile yer leşmiştir. Buna göre Hıristiyanlar Ebu Eyyüb’ün mezarına kuraklık zamanı yağmur yağması için geliyorlardı. Efsaneler Konstantinopolis’in önemine ve kuşatmanın başarısızlığının yankılarına tanıklık ediyor. Fethin temel nesnesinin fethedilmesi imkânsız hale gelmişti. Ahirette fethedileceği düşünülmeye başlanan Konstantinopolis Arap ahiret bilimi (eskatoloji) edebiyatının bir aktörü oldu. Esasen şehrin bir Müslüman güç, bu sefer Türkler, tarafından fethedilmesi için altı yüzyıl beklemek gerekecekti.

Resim 5. Büyük Saray Feneri’ndeki ateş kulesi

Image 1000000000000384000001E67327EFFC.jpg

Skilitzes, Vakayiname, Madrid, Milli Kütüphane, Vitr.26-2, f. 77v

13Kuşatmanın başarısızlığı Konstantinopolis’e karşı yapılan Arap akınlarına son verdiyse de Bizanslılar ve Araplar arasındaki savaş sona ermedi. Büyük bir Arap ordusu on yıl sonra 727’de Nikaea’yı (İznik) kuşattı ancak III. Leon şehri başarıyla savundu. Bu tarihten sonra ancak İmparatoriçe Eirene’nin döneminde, 782 yılında Harunü’r-Reşid’in halifeliğe çıkmasından önce organize ettiği seferle, Arap orduları Konstantinopolis için tehlike oluşturdular. Bu askeri sefer, daha sonra I. Nikeforos döneminde bu sefer halife olan Harunü’r-Reşid tarafından zorla kabul ettirilen antlaşma gibi, Bizanslılar için aşağılayıcı bir ateşkesle sonuçlandı. Ancak genel olarak savaşın oynandığı sahne iki imparatorluk ve bölge arasındaki sınır, daha ziyade Kapadokya idi. Savaş bir anlamda ritüel halini almıştı: Araplar her yıl bir ya da birkaç orduyla yaz seferleri düzenliyorlardı. Artık amaç imparatorluğu feth etmek değil Bizanslılara hayatı zorlaştırmaktı: Hasatlar yakılıyor, insanlar, sürüler ve hayvanlar yakalanarak halifeliğe götürülüyordu. Şehirler, özellikle Kaisareia (Kayseri) ve Amorion, bazen kuşatılıyor ve nadiren ele geçiriliyordu. Konstantinopolis artık bu savaşın bir parçası değildi, imparatorun aktiviteleri ile veya Arap tutsaklar vasıtasıyla savaşta adı geçiyordu.

148. ve 9. yüzyıllarda imparatorun asker kökenli olmasının başkent üzerinde etkileri vardı. Konstantinopolis 7. yüzyılın ortasından itibaren halifelikle arasındaki sınır bölgeleriyle, imparatoru Arap saldırılarından haberdar eden ateş kuleleri hattı ile bağlıydı. En son kuleden önceki kule Auksentios dağı (Kayış dağı) üzerindeydi ve son kule imparatorluk sarayında Bukoleon limanının üzerindeki fener terasındaydı. Terastaki fenerin ateşi yanar yanmaz (Resim 5), sarayda bulunan seçkin birlikler, şehrin yüksek bürokratları, vali ve şehrin ileri gelenleri Pylae’ye (Yalova) gidip, imparator şehri İsa’nın korumasına emanet eden duayı edene kadar burada beklemek zorundaydılar. Pylae’de şehrin otoriteleri imparatora veda ederlerdi. III. Mihael (842-867) karşıtı bir efsane, Konstantinopolis yakınlarındaki kulelerin yıkılmasının sebebi olarak imparatorun araba yarışı sevdasını gösterir zira Fener terası Mihael yarış arabasına bineceği esnada yanmış bu da izleyicilerin dikkatini dağıtmıştı. Ancak 10. yüzyıla kadar ateş kulelerinin kullanımından bahsedilmektedir.

15İmparator, genellikle temmuz ayı sonunda, seferden döndüğünde Asya kıyısında karşılanırdı. Muzaffer dönmüş ise, Roma usülü bir zafer kutlaması yapılırdı. İmparator Teofılos (829-842) Araplara karşı zaferle sonuçlanan bir seferden döndüğünde yaptığı zafer gösterisi, Merasimler Kitabı’nda anlatılmıştır:

Şehrin valisi şehri gerdek odası gibi hazırlayıp süslemişti: Altın Kapı’dan Halke’ye kadar her yer Sidon ipekleri, gümüş şamdanlar, her cins çiçek ve gülle bezenmişti. Farklı birliklere bağlı askerler, tutsakları, ganimeti ve silahları paylaştıktan sonra –herbiri ayrı ayrı ve birlik olarak– muzaffer bir biçimde şehrin ortasına geldiler.Bundan sonra imparator ayağa kalktı, “gül salkımı” denilen bir ceketle altın işlemeli bir tünik (khiton) giymiş, bir kemer ve kılıçtaşıyordu ve başına bir taç takmıştı. Üstüne değerli taşlar kakılmış koşumlu beyaz bir ata bindi. Sağ elinde asasını tutuyordu...Altın Kapı’dan girdiğinde, şehri yokluğunda teslim ettiği maistor ve Şehrin eparkhos’u (valisi) ona üzerinde en değerli taş ve incilerin olduğu altından bir taç getirdiler. İmparator tacı kabul etti ve sağ kolunun altında taşıdı. Hemen sonra faksiyonlar (demoi) onu adet olan şölen sırasıyla karşıladılar ve zafer çığlıkları attılar...Ertesi gün bir kabul töreni düzenlendi ve birçok kişi terfı ettirildi (...); şehrin ileri gelenleri imparatorun hediyelerini aldı; at yarışları düzenlendi ve orada tutsaklar ve ganimetlerle yeni bir zafer kutlaması oldu; birkaç gün boyunca imparator elleriyle hediye dağıttı.

16Roma geleneğine göre düşmana karşı kazanılan zafer, calcatio diye adlandırılan ve hipodromda yenilenin boğazına ayağını koymadan ibaret bir jestle ortaya konurdu. Prensipte Arap tutsaklara, halifelikte Bizanslı tutsaklara yapıldığı gibi, iyi muamele edilirdi. Tutsakların sayısı çok fazlaydı ve her ateşkeste ve antlaşmada tutsak değişimi pazarlığı yapılırdı. Ancak her iki tarafta da bulunan tutsakların kaderi hükümdarın ruh haline ve rastlantılara bağlıydı. İmparator Teofılos’un zafer kutlamaları esnasında tutsaklardan biri, Bizanslı vakanüvis Skilitzes tarafından anlatılan ve vakayinamesinin Madrid yazmasında resimlenmiş, benzersiz bir macera yaşadı. Bu tutsak, Bizanslılar tarafından cesareti ile tanınıyordu. “Atın üzerinde ayakta dump aynı anda hasımını yıkmak için iki mızrak atabiliyordu.” Bu sebeple zafer kortejinin başında yürüyordu ve cesaretinden haberdar edilen Teofılos ona “ata binip iki mızrakla tüm şehre yiğitliğini göstermesini emreder” (Resim 6). Hipodromdaki seyirciler kadar Teofılos da bugösteriden oldukça hoşnut kalır ancak maiyetindeki bir hadımın bu gösteriden hoşlanmaması imparatoru çok kızdırır ve der ki: “Hey sen, kadın bozuntusu iğdiş, buna benzer birşey yapmaya kabiliyetin var mı?” Hadım iki mızrakla olmasa da bir mızrakla yapabileceğini söyler. Ata biner, bir mızrak alır ve Sarasen’le dövüşerek onu atından düşürür. Ve Bizanslı vakanüvis, “İmparator Sarasen’in bir hadım tarafından düşürülmesinden büyük utanç duydu,” diye eklerken imparatorun Arap tutsağın tarafını tuttuğunu ima eder.

17Arap kaynaklı başka bir hikâye bu anlatılana karşılık verir. Altın Çayırlar (10. yüzyıl) adlı eserinde Mesudi, Kureyşli tutsağın, Emevi halifesi Muaviye’nin ve Bizanslı bir soylunun hoş hikâyesini anlatır. İmparatorun çevresinden bir soylu, Peygamber’in ve Muaviye’nin kabilesine mensub Kureyşli bir tutsağa vurdu ve halife intikam almak için bu soyluyu kaçırmaya karar verdi. Bu görevi Sur kentinden bir naukleros’a, yani bir kaptana verdi. Bunu yapması için de ona bir gemi, kumaş, parfüm ve mücevher gibi değerli mallar verip Kıbrıs’a gitmesini ve Konstantinopolis’te ticaret yapmak için izin istemesini söyledi. Konstantinopolis’teki soylular ve imparatorun etrafındakiler Suriye’den onlar için alışveriş yapmasını istediler. Kureyşli tutsağa vuran soylu, kaptandan değerli bir halı istediği için, kaptan onu güverteye halıyı incelemeye çağırdı ve gemiye ayak basar basmaz demir aldı. Gemi 7 gün yolculuk yaptı ve 13. günün sonunda soylu Muaviye’nin önüne çıktı. Muaviye ailesine yapılan haksızlığı soyluya aynı şekilde vurarak temizleyecek Kureyşlilerden birini çağırdı ve daha sonra soyluyu hediyelerle geri yolladı.

18Öyle görünüyor ki Ortaçağ Konstantinopolis’inin en eski tasviri bir Arap tutsak olan Harun ibn Yahya’nın kaleminden çıkmıştır. Bu tasvir 10. yüzyıl coğrafyacısı İbn Rüsteh’in eserine de sokulmuştur. Şüphesiz 9. yüzyıl sonu veya 10. yüzyıl başında tutsak düşmüş olan Yahya, Altın Kapı’yı, hipodromu, imparatorluk sarayını ve biri “Muhammediler için, diğeri Tarsuslular için, üçüncüsü halktan kişiler ve dördüncüsü gardiyanların başı için” olan dört adet hapishaneyi anlatır. İmparatorun Ayasofya’ya girme alayını anlatmadan önce Hipodromu ve yarışları tarif eder ve Büyük Saray’daki İsa’nın doğumu [Hiristuyena] yemeğinin canlı bir tablosunu çizer:

Girişin solunda iki yüz ayak uzunluğunda ve elli ayak genişliğinde uzun bir salon bulunmaktadır. İçeride bir tahta, bir fildişi ve girişin karşısında bir altın masa vardır. Şölenler sona erdiğinde ve imparator kiliseden ayrıldığında bu salona gelir ve altın masaya oturur. İsa’nın doğum gününü burada geçirir. Müslüman tutsakları çağırtır ve onları masalara oturtur. İmparatora herbiri ufak bir arabayla taşınan dört altın tabak getirilir. Bu tabakların biri yakut ve incilerle süslenmiştir ve dediklerine göre Davud’un (nur içinde yatsın!) oğlu Süleyman’a aitti; aynı şekilde süslenmiş ikincisi Davud’a (nur içinde yatsın!); üçüncüsü Harun’a ve dördüncüsü imparator Konstantinos’a aitti. Tutsaklar imparatorla karşı karşıya oturuyorlardı ancak hiçbirinin yemeğe izni yoktu. İmparator masada kaldığı sürece onlar da oturuyorlardı ancak imparator kalktığında onlara yemek getiriliyordu. Masalarda birçok sıcak ve soğuk yiyecek vardı. Daha sonra imparator tellalı bağırarak ve imparatorun başı üzerine yemin ederek yiyeceklerin hiçbirinde domuz eti olmadığını bildirirdi. Yemekler daha sonra altın ve gümüş tabaklarda davetlilere dağıtılırdı.

Resim 6. Bizanslıları etkileyen Arap tutsak

Image 100000000000056300000256D4833E19.jpg

Skilitzes, Vakayiname, Madrid, Milli Kütüphane, Vitr.26-2, f. 55r

19Harun’u oldukça etkilemişe benzeyen şölene imparatora övgü ilahileri söylerken eşlik eden orgu tarif ettikten sonra Harun ekler: “Bu gibi şölenler on iki gün surer. Son güne gelindiğinde her bir Müslüman tutsak iki dinar ve üç dirhem alır.” Harun’un tanıklığı 899 yılında yapılan Philotheos Antlaşması’yla da tasdik edilir. Bu antlaşmaya göre İsa’nın doğum günü şölenleri 12 gün boyunca kutlanıyor ve 24 Hagaren (Bizanslıların Araplara verdikleri isim zira Arapların İbrahim’in cariyesi, İsmail’in annesi Hacer’in (Hager) soyundan geldiği düşünülüyordu) tutsak yapılan şölene davet ediliyordu. Hepsi beyaz kemersiz bir elbise ve çοrap giyinirdi.

20Ayasofya’daki imparatorluk ayin alayı esnasında Arap tutsakların bir rolü vardı: İmparator kilisenin kapısına geldiğinde, “Müslüman tutsakların getirilmesini emreder. Tutsaklar bu ihtişama ve güce bakarlar ve üç kere ‘Tanrı imparatora uzun ömürler versin!’ diye bağırırlar. İmparator daha sonra onların giydirilmelerini emreder.” İmparatorluk merasimine Hagaren tutsakların dahil edilmesi imparatorun prestijini kuvvetlendiriyordu. Bizanslıların kendileri gibi Romalı doğma şansına haiz olmayan diğer herkesi adlandırdıkları gibi, farklı “millet”lerden (ethne) grupların imparatorluk merasimlerinde yer almaları ve imparatorun onları ağırbaşlılıkla ağırlaması imparatorun üstün gücünü göstermekteydı. Hagaren tutsaklar özel tutuklulardı ancak yerleştirildikleri yerler konusunda yazarların fıkirleri değişmekte: Harun ibn Yahya’ya göre imparatorluk sarayının vestibülünde, yani Bronz Halke kapısının oradaki binada Müslümanlar ve Tarsuslular için bir hapishane vardı. Diğer bir hapishane, Merasimler Kitabı’nda bahsi geçen praitorion’da bulunan, şehir valiliğine bağlı bir hapishaneydi. Philotheos Antlaşması’nın bahsettiği beyazlar içindeki 24 Hagaren bu hapishaneden geliyordu. Harun’un belirttiğine göre su kemerlerini besleyen su Bulgar bölgesinden gelip, biri “Müslümanların hapishanesine” giden üç kola ayrılıyordu.

21Bu tutsakların, Arap ve Bizans anlatılarının 717-718 yıllarındaki kuşatmayı gerçekleştiren Mesleme’ye dayandırdıkları bir yapıda ibadet yerleri vardı. Konstantinos Porfırogennetos İmparatorluğun Yönetimi adlı kitabında praitorion’da Mesleme’nin isteği üzerine bir Sarasen camisi yapıldığını söyler. Konstantinos Porfırogennetos’tan biraz sonra yazarı Mukaddesi’nin dediğine göre Mesleme Konstantinopolis’e girdiğinde imparatora sarayının karşısında Müslüman tutsaklar için bir hapishane yapmasını söylemiştir. Böylece meydanın, yani hipodromun karşısındaki darü’l-mülk’e bakan darü’l-balat inşa edilmiştir. Darü’l-balat’ın praitorion’a göre konumlandırılması tatmin edicidir ancak praitorion’un yerini belirlemede sorun çıkmaktadır zira prensipte praitorion Mese’nin üzerindeydi. Bundan çıkan sonuç Arap tutsakların 8. yüzyılda Konstantinopolis’te bir eistinpolin camileri vardı.

22Konstantinopolis’te yalnızca Arap tutsaklar yoktu: Din değiştirenlerin sayısı oldukça fazlaydı. 8. yüzyılda imparatorluk tarafına geçip orduya ve saraya entegre olmuş en tanınan Müslümanlar arasında III. Leon’un danışmanı Beser vardı. Bir Arap kaynağına göre Beser imparatoru İslam’a döndürmeye çalışıyordu. Diğer bir kişi 9. yüzyıldaki Nasr idi. Nasr, Babek’in yardımcısı, halifeye karşı ayaklanmış ve yakalanacağı anda Bizanslıların tarafına geçmiş bir İranlıydı. Din değiştirerek Teofobos (Tanrı’dan korkan) adını almış ve Teofılos’un karısı İmparatoriçe Theodora’nın kız kardeşlerinden biriyle evlenmişti. Onu takip eden adamları da din değiştirdiler, Romalılarla evlendiler ve orduya entegre oldular. Bunun aksi durumlara Bizans kaynaklarında haliyle daha az rastlanmaktadır ancak Manuel’in vakası meşhurdur. Strategos ve imparatοriçenin dayısı olan Manuel, Teofılos’a ihanetle suçlanınca kör edilme cezasıdan kurtulmak için halifenin tarafına geçti. Halifeye hizmet etti ve bir kurnazlıkla Bizans’a girmeden İran’da savaştı.

23Araplarla başkent sakinleri arasındaki karşılaşmalara olanak veren başka bir fırsat da elçilerdi. Savaş diplomatik ilişkileri engellemiyordu. Elçiler, özellikle tutsak değişimi konularını konuşmak amacı ile iki taraf arasında gelip gidiyordu. Değişimler pazarlık ediliyor ve genellikle sınırlarda gerçekleşiyordu. Ancak ittifak kurmak için uzun mesafelere elçiler de yollanabiliyordu. Örneğin her ikisinin de ortak düşmanı Abbasi halifesi olduğundan Teofılos, Kurtuba Emevi emiri ile elçi değiş tokuşu gerçekleştirmişti. Elçiler her hükümdar için kendisinin en zengin ve en eliaçık olduğunu göstermek için masraftan kaçınmadıkları fırsatlardı. Bu nedenle, İoannes Grammatikos’un Bağdat elçiliğinde olduğu gibi, karşılıklı verilen hediyelerin büyük önemi vardı (Resim 7). Geleceğin Konstantinopolis patriği İoannes Grammatikos Ayasofya’da görev yapan din adamlarındandı ve Teofılos tarafından biraz önce bahsi geçen Manuel’in geri yollanmasının pazarlığı için halifeye gönderilmişti. Skilitzes bu gibi elçiliklerde neyin onur ve prestij konusu olduğunu anlamamızı sağlayan hikâyesinde şöyle anlatıyor:

İmparator Romalıların şanı olan birçok güzel şeyi ve bunun dışında yabancıları şaşkına düşürerek kırk kentenaria altını (132 kg, 288.000 adet altın) hediye etti. Güzel eşyalar Amermoumnes’e (Bizanslıların halifeye verdikleri isim) hediye, altınlar ise elçilerin güvenlik içinde geri dönmelerini sağlamak ve prestij içindi. Zira eğer altın bir kum tanesi gibi saçılırsa, bunu gönderen o derece hayranlığı hak eder...Bağdat’a gelir gelmez,

onu herhangi bir iş için görmeye gelen herkese bir vazo dolusu altın para verdi.

Eli açıklık konusunda karşı hamle yapan Arapların prensi (yani Memun) eli kolu hediyelerle dolu adamımız karşısında boş durmak istemedi. Ancak elçi hiçbir şey kabul etmek istemiyordu ve herşeyi tozmuş gibi reddediyordu. Hükümdar, hücrelerinden çıkarılarak güzel kıyafetler giydirilmiş 100 tutsağı verdi. Bu durumda bile İoannes prensin eli açıklığını övmesine rağmen bu hediyeyi kabul etmedi. Şu anda özgür ve serbest kalmış bu adamlar Romalıların hapishanelerinde tutulan Sarasenlerle değiş tokuş edilinceye kadar beklesinler dedi. Bu sözleri Sarasen’i şaşkınlığa düşürdü ve artık hükümdar ona bir yabancı olarak değil sarayının güzelliklerini ve hazinelerini göstermek için sıkı sık saraya çağırdığı bir arkadaşı olarak muamele etmeye başladı.

24İoannes doğal olarak eli kolu hediyelerle dolu olarak döndü ve gidişinden sonra bu hediyelere rağmen halife Bizans’a karşı büyük bir askeri saldırı düzenledi. Ancak bu elçiliğin Konstantinopolis için iyi bir sonucu oldu zira İoannes, Teofılos’a Bağdat’ta gördüğü sarayın form ve dekorasyonunda bir saray inşa etmesini önerdi. Theophanes Continuatus (Synekhistai Theophanous) vakayinamesine göre imparator, Patrikes adlı bir kişinin yonetiminde, Asya kıyısında, Satyros manastırının yakınında bir tepede bu sarayı inşa ettirdi. Bu “Sarasen tarzı” saray çok güzel ve Tanrı’nın Anası, Teotokos’a adanmış sarayın içinde haliyle bir camii değil bir kilise vardı. Çok uzun zaman bu sarayın Küçükyalı’da bulunduğu düşünülüyordu ancak Alessandra Ricci’nin idaresindeki kazılar bunun böyle olmadığını gösterdi.

Resim 7. İoannes Grammatikos “Sarasenlere” hediye dağıtırken

Image 10000000000002FD0000017B4653EE4E.jpg

Skilitzes, Vakayiname, Madrid, Milli Kütüphane, Vitr.26-2, f. 47v

25Maalesef araştırmacıların merakını celbeden bu saraydan hiçbir iz kalmamıştır. Ancak böyle bir sarayın varlığı bir önceki Emevi halifeliği dönemine nazaran Bizanslıların Arapları bu dönemde taklit ettiğini göstermekte. Arapların Bizans kültürüne ihtiyaç duyduğu alan Yunan bilimi ve felsefesiydi. Memun’un halifeliği esnasında alimler Bağdat’taki Bilgelik Evi’nde (Beytü’l-Hikme) bir araya geliyorlar ve Platon ve Aristo’dan Yunan felsefesi, Eukleides’ten matematik, Hippokrates ve Galenos’tan tıp metinlerini çeviriyorlardı. Skilitzes ve Theophanes Continuatus vakayinamesine göre Memun, strategos’un sekreteri ve onunla birlikte tutsak düşmüş Konstantinopolisli bir gencin biliminden çok etkilenmişti. Skilitzes’in Madrid yazmasındaki minyatürde görülebileceği gibi genç tutsak Arap patronlarına çizdikleri geometrik desenleri açıklamayı bilmediklerini anlatmaya çalışıyordu. Memun genç adama ilmini öğreten kişiyi getirmek istedi. Bu kişi İoannes Grammatikos’un yeğeni, Konstantinopolis’te yaşayan Matematikçi Leon’du. Memun yolladığı değişik problemlerin cevaplarını bulan Leon’u hizmetine almak için yanıp tutuştu ve Teofılos’a bir mektup yolladı. Skilitzes’e göre Teofılos “Paganlara Romalıların hayran olunan ilmini göndermenin uygun olmadığına,” karar vererek Leon’u Memun’a yollamadı ve Selanik başpiskoposu yaptı.

26Bizanslılar ezeli düşmanları olan Araplarla daha sonra da Türklerle, yüzyıllar boyu birbirini öldürür, birbiriyle pazarlık eder, birbirini kandırırken diğerinin hilelerini ve alışkanlıklarını öğrenerek bir çeşit yakınlık kurmuşlardır. Kendilerinin de itiraf ettikleri gibi, dinlerinin farklı olmasına rağmen Bizanslılar kendilerini Hagaren’lere, din kardeşi Latinlerden daha yakın hissediyorlardı.

27Son olarak, Konstantinopolis Osmanlı Türklerinin eline geçtikten sonra Bizans katedrali Ayasofya’nın yıkılmaması ve camiye çevrilmesi, 717 yenilgisinden beri Arapların bu şehir karşısında bin yıl boyunca yaşadıkları yoksunluk ve hayal kırıklığını gidermiş ve İslamın Hıristiyanlık üzerinde zaferine dönüştürmüştür.

Từ khóa » Viii. Ve Ix. Yüzyıllarda Bizans Siyasetini Meşgul Eden Hadiseler